Frankenstein’ın Mirası
Geçmişten Bugüne
Edebiyat tarihinde bazı karakterler vardır ki yalnızca bir kurgu olmaktan çıkar, bir çağın aynasına dönüşür. Frankenstein da bu figürlerden biri. Yüzyıllardır kültürün her katmanına sızan bu hikaye, sadece bir “canavar” anlatısı değil; insanlığın kendi sınırlarını aşma arzusunun, yalnızlığının ve yaratım korkusunun sembolü. Bugün hala 200 yılı aşkındır yeni uyarlamalarla karşımıza çıkmasının nedeni de tam olarak bu: Frankenstein hem geçmişin karanlık sorularını hem de bugünün teknolojik endişelerini içinde taşır.

Frankenstein’ın Doğuşu: Mary Shelley’nin Dehası
Frankenstein’ın hikayesi 1818’de, henüz 18 yaşındaki Mary Shelley’nin anlatılarıyla doğdu. Bilimsel buluşların hızla ilerlediği bir dönemde Shelley, insanın yaratıcı rolünü üstlenmesinin sonuçlarını sorgulayan gotik bir roman kaleme aldı. Dr. Victor Frankenstein’ın ölü dokulardan hayat yaratması, yalnızca bilimsel bir merak değil; insanın kibri, Tanrı rolünü üstlenme arzusu ve bunun yarattığı etik boşlukları görünür kılan bir anlatıydı. Shelley’nin romanı hem kadın bir yazarın edebiyattaki gücünü gösterdi hem de bilimkurgu türünün temel taşlarından biri oldu. Frankenstein yıllar içinde yalnızca bir roman olmaktan çıkmış; sinemanın, tiyatronun, görsel sanatların ve popüler kültürün en kalıcı mitlerinden biri haline gelmiştir.

Sinemada Frankenstein
Frankenstein’ın sinema tarihi, romanın kendisi kadar uzun soluklu. Edison Studios tarafından çekilen Frankenstein (1910), yalnızca 12 dakikalık olmasına rağmen karakterin sinema diline ilk adımını attı. Boris Karloff’un 1931’de hayat verdiği canavar figürü, yalnızca sinemanın değil tüm popüler kültürün “canavar” imgesini belirledi.
1931: Karloff’un İkonik Canavarı
Sinemanın Frankenstein ile tanışması 1931 yapımı filmle oldu. Boris Karloff’un canlandırdığı yaratık, popüler kültürün en tanınan yüzlerinden birine dönüştü. Cıvatalı boynu, yeşilimsi cildi ve ağır hareketleri, karakteri sinema tarihinin bir sembolü haline getirdi.

1950–70: Korku Sinemasının Vazgeçilmezi
Bu dönemlerde Frankenstein figürü hem korku sinemasında hem de B–movie kültüründe sayısız kez karşımıza çıktı. Bazen karikatürize edildi, bazen daha vahşi bir görünüme büründü. Karakter ne kadar değişse de yalnızlık ve dışlanma teması sabit kaldı.

1994: Branagh ve De Niro’nun Psikolojisi
Kenneth Branagh’ın yönettiği Mary Shelley’s Frankenstein, romana en sadık uyarlamalardan biri oldu. Robert De Niro’nun içsel kırılganlıkla şekillendirdiği yaratık, izleyiciye ilk kez “canavar”dan çok “acı çeken bir ruh” olarak sunuldu.

Modern Yorumlar ve Diziler
Penny Dreadful dizisindeki melankolik Frankenstein yaratığı, karakterin en insani yorumlarından biriydi. Pop kültüründeki parodiler, animasyonlar ve çocuk içerikleri ise karakteri yepyeni estetiklere uyarladı. Hatta Türkiye’de 1975 yılında Sevimli Frankenştayn isimli bir uyarlama film bile çekildi.

Her uyarlama, Shelley’nin devasa sorusuna kendi döneminin penceresinden baktı:
Bir insanı “insan” yapan gerçekten nedir?
Guillermo Del Toro’nun Frankenstein’ı: Beklentinin Gölgeleri
2025’te vizyona giren yeni Frankenstein filmi, karakteri modern bir bakış açısıyla ele alıyor. Guillermo del Toro, sinemasında her zaman “ötekine” şefkatle yaklaşan bir anlatıcı oldu. Bu yüzden Frankenstein gibi bir hikayeye el atması heyecan vericiydi. Yeni uyarlama, büyük bir prodüksiyon ve etkileyici oyuncu kadrosuyla karşımıza çıkıyor; özellikle Jacob Elordi’nin canavara getirdiği kırılgan güç ve Oscar Isaac’ın Dr. Frankenstein yorumu filmin en işleyen taraflarından biri.

Del Toro’nun karanlık, gotik, masalsı atmosferi, Frankenstein’ın ruhuna mükemmel uyuyor. Film, yaratığı yeniden bir korku figüründen çok bir trajedi, bir yalnızlık hikayesi olarak ele alıyor. Bu uyarlama, bugünün endişelerini merkezine yerleştiriyor: İnsan yapımı bilinç, teknolojinin sınırları, yaratıcı gücün sorumluluğu, modern bilimin yarattığı “yeni canavarlar”.Jacob Elordi, Oscar Isaac ve Mia Goth’un performansları karakteri yeni bir psikolojik katmana taşıyor.

Ancak bu versiyonda, Del Toro’nun odağı, bilimsel kibirden çok aile çatışması ve yalnızlık üzerine kurulu. Bu yüzden bazı izleyiciler için romanın felsefi tartışması geri planda kalabilir. Shelley’nin felsefi tartışmasını genişletmektense melodramı ve aile çatışmasını öne çıkarıyor. Del Toro’nun kendi sinemasında sıklıkla kullandığı mitolojik, Katolik ve trajik motifler bu kez metnin özgün düşünsel alanını daraltıyor. Son bölümde canavarın bakış açısına geçildiğinde film nefes alıyor; yalnızlık, var olma isteği ve insanlığın karanlığı yeniden görünür oluyor. Yine de film, yaratığı yeniden bir korku figürü değil bir trajedi karakteri olarak görmemizi sağlıyor. Yeni uyarlamaya bir şans vermelisiniz. bkz: Frankenstein
Frankenstein’ın Değişmeyen Temaları
Frankenstein sadece bir korku hikayesi değil; insanlığın evrensel sorgularını taşıyan bir yapı.
- Yaratıcı–yaratım çatışması
- Yalnızlık ve aidiyetsizlik
- Beden, kimlik ve ötekileştirme
- Bilim ve etik arasındaki çizgi
- İnsan olmanın sınırları
Bu temalar sayesinde karakter her çağda yeniden yorumlanabilir oldu.
Neden Hala Frankenstein’dan Kaçamıyoruz?
Bugün yeniden uyarlanan her Frankenstein hikayesi aslında bize bir şey hatırlatıyor:
İnsanı insan yapan şey, sadece doğduğu beden değil; kurduğu bağlar, aldığı sorumluluklar, karşılaştığı yalnızlık ve yarattığı anlamdır. Shelley’nin Prometheus temelli sorgulaması —insanın tanrısal güce öykünmesinin tehlikesi— günümüz teknolojisi, yapay zekâ, biyoteknoloji tartışmalarıyla birlikte yeniden güncellik kazanıyor. Bu yüzden Frankenstein, her çağda tekrar anlatılmaya müsait bir mit.
Del Toro’nun versiyonu büyük ihtimalle ödül sezonunda adından söz ettirecek, görsel olarak hayran bırakacak ve canavarla insan arasındaki çizgiyi tartışmaya açacak. Yeni uyarlamalar bize gerçekten yeni bir şey söylüyor mu, yoksa yalnızca nostaljiyi yeniden paketleyip sunuyor muyuz? Bu sorunun cevabı yalnızca Del Toro’nun filminde değil; sinemanın, kültürün ve biz seyircilerin bugün ne talep ettiğinde gizli.

Frankenstein’ın ölümsüzlüğü, onun bize her çağda yeni bir şey söyleyebilmesinden geliyor.
Toplumsal korkular, teknolojik kaygılar, kimlik arayışları, yalnızlık…
Ne değişirse değişsin Frankenstein hepsinin içinden yeniden doğuyor.
Yeni film de bu mirası duyarlı ve güçlü bir şekilde güncelliyor. Belki de sorulması gereken soru şu:
Canavar gerçekten yaratılan mıydı, yoksa onu yalnız bırakan dünya mı?
Sinemaya meraklıysanız Quentin Tarantino: Amerikan Kültürünün Kanlı Aynası yazımıza bakabilirsiniz.